Anaokulu müfredatı değişti. Bir zamanlar çocuklarımızı makas kullanmayı, şarkı söylemeyi öğrensinler, arkadaş edinsinler diye gönderdiğimiz anaokulları kökten bir değişim sürecine girmiş gibi gözüküyorlar. Özellikle büyük kentlerde, yeni orta sınıf ailelerin seçtikleri özel anaokulları bir oyun, gelişim ve faaliyet merkezi olmaktan çok, akademik eğitime giriş yapılan, rekabetçi bir hayatın ilk taktiklerinin verildiği başlangıç okulları olarak çıkıyorlar karşımıza.
Ailelerin Beklentileri de Değişti!
10-15 yıl önce sayılarla, alfabeyle ilkokul sıralarında tanışan çocuklar artık 3-4 yaşında 100’e kadar sayıp, alfabedeki harfleri tanımaya, 5-6 yaşında yazı yazmaya ve hatta bir yabancı dili konuşmaya başlıyorlar. Teknolojik ürünlerle tanışma yaşı neredeyse aylarla ifade ediliyor. X kuşağı, Y kuşağı, indigo gibi gizemli adlar verip sezgi ve zekalarının açıklığından söz etsek de bu yüksek öğrenme kapasitesinin nedeni çok daha temel bir yerde yatıyor: Aileler olarak yarattığımız yüksek beklentilerde.
Bunun anlamı ne? Son 10 yılın çocukları kendilerinden önce doğan kuşaklardan çok daha erken görsel ve işitsel malzemelerle tanışıyor, daha erken yaşta daha fazla kitap okuyor, daha nitelikli bilişsel temelli oyuncaklar ediniyor, daha fazla ev eğitimi alıyorlar. Ancak asıl adım anaokulu zamanında atılıyor. Küçük çocuklarını erken yaşta eğitmeye başlamış, sabırsız modern zaman ebeveynleri için anaokullarının sadece oyunlarla gelişim sağlayan yerler olması yeterli değil. Gelecekleri, doğumdan itibaren özenle planlanan çocuklarının gittikleri anaokulunda ‘daha ciddi bir eğitim’ almalarını tercih ediyorlar. Sadece tercih etmekle de kalmayıp anaokullarını bu kriterlere göre seçiyor, okul yönetimi ve öğretmenleri üzerinde tatlı sert bir beklenti baskısı yaratıyor, öğrenme yarışını anaokulu yıllarından başlatıyorlar.
Daha Az Oyun, Daha Çok Bilgi
Bu eğilim sadece bizde değil, dünyanın pek çok ülkesinde de kendini gösteriyor. Birleşik Devletlerde, Ohio State Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmaya göre 1998 ve 2010 yıllarında yapılan iki araştırmaya göre aradan geçen sadece 12 yıllık sürede anaokullarının müfredatlarında önemli değişiklikler meydana geldi.
Buna göre 1998 yılında her gün en az iki saati bedensel oyunlara, üç saati de sosyal iletişim içerikli oyunlara ayıran okullarda, aradan geçen 12 yıl içinde oyuna ayrılan süre üçte bir oranında azaldı. Benzer şekilde öğrencilerine her gün müzik dersi veren okulların sayısı da 2010 yılında yarı yarıya geriledi. 1998’de her gün müzik dersi veren anaokullarının oranı %34 iken bu oran 2010’da %15’e düştü. Öğrencilerine her gün plastik sanatlar, resim gibi sanat ağırlıklı dersler veren anaokullarının oranı ise 1998’de %27 iken, 2010 yılında bu oran %11’e kadar geriledi.
Anaokullarındaki bu içerik ‘büzüşmesi’ ve akademik bilgiye yöneliş, kendisini sınıfların fiziksel ortamlarında da gösteriyor. 1998 yılında Birleşik Devletlerdeki anaokulu sınıflarının %87’sinin merkezinde geniş bir oyun alanı, top havuzu, evcilik malzemeleri, mutfak malzemeleri, peluş hayvanlar ve ya bedensel hareket oyuncakları bulunurken, 2010 yılında anaokulu sınıflarının sadece %58’inde geniş bir oyun alanı ve oyuncakların bulunduğu diğer anaokulu sınıflarının merkezinde ise masalar ve sandalyeler olduğu, günlük zamanın giderek daha fazla bölümünün oturarak ve masa etrafında bilişsel faaliyetler yaparak geçirildiği tespit edilmiş.
Bu dönemde öğretmenlerin çocukların performanslarına yönelik ilgisinde de bir dönüşüm yaşanıyor; 1998’de öğretmenlerin sadece %37’si öğrencilerin performanslarının ve öğrenme düzeylerinin sınavlarla ölçümlenmesi gerektiğini düşünürken, 2010’da bu oran öğretmenlerin %67’sine ulaşmış, yine anaokullarının %44’ünün yılda 1 ya da 2, %23’ünün ise iki ayda bir sınavla öğrencilerinin gelişimini ölçtüğünü ortaya çıkartıyor.
Bu istatistikleri okurken şöyle düşünüyor olabilirsiniz? ‘Çocukların biraz da harfleri ve rakamları öğrenmelerinin nesi kötü? Her zaman oyun olmaz ki!’ Bu adil ve akılcı bir soru. Yine de durumu doğru değerlendirmek için sormamız gereken bir soru daha var: Çocuklarımıza akademik içerikli bilgilerle tanıştırırken başka hangi öğrenme ve gelişim fırsatlarından fedakarlık yapıyor, hangi gelişim alanlarını gözden kaçırıyoruz?
3-4 yaşındaki çocuğumuzun alfabeye, sayılara ya da yabancı dile odaklanmasını desteklerken hangi gelişim alanlarını gözden kaçırıyoruz? Tabi ki duygusal ve sosyal gelişim süreçlerini. Çoğu zaman, en bilinçli anne babalar bile çocuklarının duygusal gelişim süreçlerine büyük önem vermezler. Oysa, çocuklarımızın fiziksel gelişim takvimini dikkatle izleriz. Bebekliklerinde gözleri ile objeleri izlemesi, tutunarak ayağa kalkması, bir oyuncağı kavraması, yürümesi ya da kilo almasında normalin dışında bir durum gözlemlediğimizde hemen doktorlardan yardım isteriz. Aynı özeni zihinsel gelişim için de gösteririz. Çocuğumuzun örneğin ilk sözcüklerini söylemekte geç kalması, ayına uygun konsantrasyonu gösterememesi, oyunlara konsantre olamaması hemen dikkatimizi çeker. Ancak, aynı özeni duygusal ve sosyal gelişim alanlarına göstermeyiz. Oysa duygusal gelişimin de tıpkı fiziksel ve zihinsel gelişim gibi belirli evre ve basamakları bulunur. Bu duyusal süreçlerin yönetilmesi sağlıklı ve mutlu bir çocuk yetiştirebilmenin olduğu kadar akademik olarak başarılı bir çocuğun yetiştirilmesinin basamaklarındadır.
Çünkü ironik bir şekilde iyi bir akademik gelişim için sağlamanız gereken en temel koşul da sağlıklı duygusal gelişim ve güvenli bağlanmayı sağlayabilmektir. Yani doğumdan itibaren anne ve çocuk arasındaki sağlıklı iletişim bağını kurabilmektir. Araştırmalara göre ebeveynleri ile güvenli bağlanma geliştiren çocuklar, öğretmenleri ile de akın ve sağlıklı bir güven ilişkisi kurabiliyorlar. Çocuklar aile bireylerine karşı hissettikleri yakınlık ve destek kapasitelerini arkadaşları, öğretmenleri ve yakın oldukları diğer kişilerle kurdukları ilişkilere de taşırlar.