Bu dosyamızda 70’li yılların en önemli eğitim kavramlarından birini, Eğitim Hakkı kavramını yeniden düşünecek ve kavramın 80’lerden itibaren ‘Eğitimde Fırsat Eşitliği’ kavramına dönüşümünün izini sürmeye çalışacağız.
Eğitim Hakkı Kavramını Yitirmek
Günümüzde eğitimci ve politikacıların çok az kullandığı Eğitim Hakkı kavramı bir zamanlar eğitime dair politika ve söylemlerin tönemli ifadelerden biriydi. Öyle ki 1961 Anayasası Sosyal Devlet ve Sosyal Adalet kavramlarının yanı sıra Eğitim Hakkı kavramı da tanımlanmıştı. Anayasanın 21. Maddesinde “Herkes, bilim ve sanatı serbestçe öğrenme, öğretme, açıklama, yayma ve bu alanlarda her türlü araştırma hakkına sahiptir. Eğitim ve öğretim, Devletin gözetim ve denetimi altında serbesttir.” ifadesi yer alıyordu.
Günümüzde, -çoğumuzun aslında Eğitim Hakkını ifade etmek niyetiyle- kullandığı Eğitimde Fırsat Eşitliği kavramı ise 1960’lı yılların tanımına göre dar bir kavramdır. Üstelik farklı alt önermeler de içermektedir. Her şeyden önce Eğitimde Fırsat Eşitliği kavramı eğitimin toplumsallığına gölge düşürmektedir. Çünkü eğitimin bir hak değil herkesin kolay kolay sahip olamayacağı bir fırsat olduğu izlenimini uyandırmaktadır.
Fırsat Eşitliği tanımı, dünyanın pek çok köşesinde liberal politikacıların savunduğu gibi eğitimin, özellikle de “iyi eğitimin” herkese nasip olmayacak bir ayrıcalık olduğu mesajını vermektedir. Bu şekliyle nitelikli eğitim, toplumun her kesiminin ayrıcalıksız olarak sahip olması gereken bir hak değil dileyenlerin ulaşmak için yatırım yapması gereken bir fırsat alanı olarak sunulmaktadır.
80’lerin Kültürel Dönüşümü !
Peki 70’lerin sonuna kadar bir hak olarak kabul ettiğimiz eğitimin bir “Fırsat Eşitliği” kavramına dönüşmesi nasıl gerçekleşmiştir? Bu dönüşüm sürecinin 80’lerden itibaren uygulamaya konan eğitime dönük politik kararlarla başladığını biliyoruz. Ancak, eğitim hakkının “unutturulması” sürecinde çok sayıda toplumsal ve kültürel projenin de etkili olduğunun altını çizmeliyiz. Bu toplumsal projelerin amacı nitelikli eğitim sağlanmasının devletin temel görevlerinden biri olduğuna dair genel izlenimin zayıflatılmasıydı.
O dönemlerde eğitime dair en çok işitilen mesajlarından biri “devletin artık eğitime ayıracak yeterli maddi kaynağının olmadığı” idi. Öyle ki 80’lerin ortalarına gelindiğinde toplum artık devletin yeni okul binaları inşa edemeyeceği, öğretmenlere hak ettikleri maaşları veremeyeceği konusunda ikna edilmişti. Nüfus artmakta ancak –sadece köy ve küçük kasabalarda değil- büyük kentlerde bile yeni okul yatırımları yapılmamaktadır.
İşte bu günlerde dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in sıra dışı fikri gündeme geldi. Halk, devletin yapamadığı okulları yapmaya edilecekti. “Kendi Okulunu Kendin Yap!” adlı bu projeyle gücü yeten vatandaşlar eskimiş okulları onarma hatta yeni okullar inşa etme çağrısı yapılırken Anadolu’nun küçük kasabalarından, İstanbul’un gözde semtlerine bir bağış yarışı yaşanmaya başlandı. Gazeteler bir yandan büyük yatırımcıların bir yandan da yastık altındaki birkaç altınını bağışlayan sıradan insanların haberleriyle doldu. Okul bağışçılarına sertifikalar verilirken bir yandan da zihinsel bir dönüşüm gerçekleşiyor; toplum devletin eğitime yatırım yapmayacağı konusunda ikna olmuştu.
Öğretmenliğin Meslek Algısının Değişimi
Aynı dönemde bir başka dönüşüm de toplumun öğretmenlik mesleğine dair algısında yaşandı. Cumhuriyet’in ilk günlerinden başlayarak toplum liderleri olarak tanımlanan öğretmenler medyada yepyeni bir mesajla servis edilmekte; sadece bir kaç yıl öncesine göre çok farklı bir öğretmen imajı çizilmekteydi. Birden gazetelerde okuldan çıktıktan sonra simit satan, pazarcılık yapan öğretmenlerin haberleri görülmeye başladı. Ülkenin tek kanalının ana haber bülteninde, geceleri taksilerde çalışan öğretmenler tanıtılıyordu. Öğretmenler aniden toplumun en savunmasız meslek grubu haline gelmişti. Kemal Sunal’ın ‘Öğretmen’ filmi dönemin mesleki koşullarını içtenlikle sunmaya çalışırken zihinlere, kendi eşinin ve çocuklarının saygısını bile yitirmiş bir öğretmen imajı çiziyordu.
Topluma böyle sunulan bir meslek grubunun mesleki başarısı da doğal olarak tartışmaya açılacaktı. Acaba öğretmenler işlerini yaparken ne kadar başarılıydı? Aileler giderek devlet tarafından verilen eğitimin yeterince iyi olamayacağına ve bu ‘sektörde’ özel girişimcilere ihtiyaç duyulduğuna inanmaya başlamıştı. Çocuklarının “daha” başarılı olmasını isteyen aileler, özel sektörü ‘daha nitelikli’ bir eğitime ulaşmanın en doğal yolu olarak gördüler.
Bu, toplumdaki eşitlik kavramının daha ilköğretimden başlayarak bozulması anlamına geliyordu. Bu süreç, bazı çocukların daha iyi eğitim almasına neden olurken bir yandan da devletin en temel görevlerinden olan herkese nitelikli eğitim hizmeti sunmayı liberal politikalara kurban ediyordu. İşte Eğitim Hakkının bir Fırsat Eşitliği konusu haline getirilmesi süreci böyle bir dönüşümde ele alınmalıdır.
Bu dosyamızda sizlere daha önce kaleme alınmış iki makaleyi sunuyoruz. Bunlardan ilki Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nden KHK kararı ile uzaklaştırılmış Dr. Seçkin Özsoy’un daha önce Eğitim, Bilim, Toplum Dergisi’nin 2004 yılında yayımlanan 6. Sayısında yer alan “Eğitim Hakkı: Kendi Dilini Bulamamış Bir Söylem” adlı makalesi; ikincisi ise ODTÜ Emekli Öğretim Üyelerinden Prof. Dr. Yakup Kepenek’in “Eğitim Hakkı ve Eğitim Ekonomisi” adlı makalesi. Dosyanın eğitim hakkının yeniden gündeme getirilmesine katkıda bulunmasını umuyoruz.
İlginizi Çekebilir
Eğitim Hakkı: Kendini Dilini Bulamamış Bir Söylem Dr. Seçkin Özsoy
Eğitim Hakkı ve Eğitim Ekonomisi Prof. Dr. Yakup Kepenek