90’ların başında Yeni Zellandalı bir eğitim araştırmacısı Neil Fleming eğitim dünyasının çok ilgisini çekecek ve öğretenlerin kafalarını yıllarca meşgul edecek bir açıklamada bulundu. Bir eğitimci olan Fleming, çalışma hayatı boyunca öğretmen ve öğrencileri gözlemlemiş ve hep aynı sorunun yanıtını aramıştı. Neden bazı öğretmenler sınıflarındaki bütün öğrencilere ulaşabilirken, bazı öğretmenler bunu başaramıyor? Bir sınıftaki tüm öğrencilerin en iyi şekilde öğrenmesini sağlayacak koşul nedir?
Önemli Olan Bilginin Sunuş Şekli mi?
Fleming yıllar süren gözlemler sonunda işin temelinin bilginin sunum biçimi olduğuna karar verdi. Bir bilginin sunumunda öğretmen ne kadar fazla duyu organına sesleniyorsa, öğrencinin öğrenme olasılığı da o kadar yükseliyordu.
Fleming’in öğrencilerin öğrenme eğilimini 16 soruluk basit ve kısa bir testle ölçümlüyor ve çıkan sonuç doğrultusunda öğrencinin tüm çalışma davranışını değiştirerek başarısını arttırmayı hedefliyordu.
Pek Çok Teori Geliştirildi!
Üstelik öğrenme eğilimlerinin analizi konusunda Fleming yalnız değildi. Aynı dönem pek çok uzman, öğrenme etkinliğini arttıracak modellerin arayışına girmişti. Öğrenme eğilimleri ve benzeri öğrenme teorileri eğitimciler ve aileler tarafından öyle heyecanla karşılandı ki kısa zamanda dünyanın pek çok ülkesinde uygulanmaya başlandı.
Öğretmenlerin %90’ı Uyguluyor!
Öğrenme eğilimleri günümüze kadar etkisini ve inandırıcılığını arttırmaya devam etti. OECD tarafından gerçekleştirilen bir araştırmaya göre öğretmenlerin %90’ı 4 temel öğrenme eğilimini nörolojik bir gerçeklik kabul ediyor ve sınıflarındaki uygulamalarını bu bilgiye göre şekillendiriyorlardı.
2010’lu yıllara gelene gerek Fleming’in teorisiyle gerekse diğer öğrenme modellemeleriyle ilgili çok az olumsuz gözlem ya da yorum yapıldı. Hatta öğrenme eğilimlerinin anlama performansına etkisini ölçen bir akademik çalışma da gerçekleşmedi.
Öğrenmeyi Fazla mı Basite İndirgiyor?
Oysa son dönemlerde yükselmeye başlayan sesler öğrenme eğilimleri ve benzeri modellemelerin öğrenme sürecini fazlasıyla basite indirgediğini dile getirmeye başladılar. Günümüzde nörologlar, beynin işlevlerine dair karmaşık bilgilerin pratik maddeler halinde listelenmesinin aşırı kolaycılık olduğundan söz ediyorlar.
Daha önemlisi bütün eğitim yaşamlarını kendi öğrenme eğilimlerini bilmenin önemini dinleyerek büyüyen yeni kuşaklar, dikkatlerini öğrenme sürecine, daha iyi dinlemeye, anlamaya ve öğrenilecek konuya konsantre olmaya değil bilginin sunuluş biçimine yönlendiriyorlar.
Öğrenme Konuya Odaklanmakla Başlar
Oysa deneyimli eğitimcilerin çok iyi bildiği gibi öğrenmenin en önemli basamağı konuya ve malzemeye konsantre olmak. Bilginin sunumunun öğrenme ve anlamadaki rolü yadsınamaz. Ancak aynı önemin öğrenci-öğretmen ilişkisi için de geçerli olduğunu belirtmeliyiz. Bunun yanı sıra öğrencinin merakı, anlama konusundaki isteği ve çalışma tekniği de öğrenme kalitesini olumlu ya da olumsuz etkileyen faktörler.
Öğrenme modellemelerine karşı çıkan uzmanlara göre öğrenciler kendilerini ‘görsel, işitsel, sözel ya da kinestetik’ olarak tanımladıkları sürece ‘zayıf’ ölçümlendikleri alanları geliştirme fırsatını da kaçırmış olacaklar. Çünkü herkes sözel olarak düşünmeye, görsel malzemeyle daha iyi öğrenmeye ya da bedensel deneyimlerle daha iyi kavramaya yatkındır. Bu eğilimlerden birinin daha fazla desteklenmesi ise sadece diğer etkileşim alanlarının göz ardı edilmesine neden olacaktır.
Bu ayın dosya konusunda size son dönemlerde sıklıkla duyduğumuz nöromitlerden söz edeceğiz. Hangi mitlere inandırıldık? Beyinle ilgili -ve aslında doğru olmayan- hangi bilgileri doğru kabul ederek çocuklarımızı ona göre yetiştirdik? Öğrencilerimiz ve çocuklarımız üzerinde hangi nöromitleri doğru zannederek uyguladık? Bu soruların yanıtlarını öğrenmek için ‘Eğitimci ve Ebeveynlerin En Çok İnandığı 12 Nöromit’ adlı makalemize göz atabilirsiniz.
- Nöromit Nedir? Hepimizin Doğru Sandığı 12 Nöroloji Miti!
- Öğrenme Eğilimi Kavramını Fazla mı Abarttık?
- Test: Beyninizi Ne Kadar Tanıyorsunuz?