Çocuk işçiliği, bugünde çözülmemiş en temel insan hakları sorunlarından biridir. Çocukların ekonomik üretim sürecine dâhil edilmesi, yalnızca gelir elde etme amacıyla açıklanamayacak kadar derin yapısal nedenlere sahiptir. Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşme (BMÇHS, 1989) ve Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) 138 ve 182 No’lu sözleşmeleri, çocukların ekonomik sömürüden korunması gerektiğini açık biçimde ortaya koymuştur. Bu sözleşmelerin ülkeler nezdinde bağlayıcılığının olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Özellikle düşük gelirli ülkelerde çocuk emeği hâlâ yaygındır. Türkiye de bu açıdan önemli bir örnek teşkil etmektedir.
Toplumsal Umursamazlık: Fark Etmiyoruz Bile..
Bir çocuk sabahın erken saatinde elinde ekmek parası için işe gidiyorsa, o ülkede yalnızca yoksulluk değil, adalet de çökmüştür. Çocuk işçiliği, kimi zaman yoksullukla, kimi zaman çaresizlikle, kimi zaman da toplumsal umursamazlıkla açıklanmaya çalışılıyor. Oysa her ne bahaneyle olursa olsun, çocuk işçiliği bir istismar biçimidir.
Geleneksel işçilik biçimlerinin yanı sıra, dijital platformlarda çocuk emeği yeni bir boyut kazanmıştır. Sosyal medya içeriklerinde, YouTube ve TikTok gibi platformlarda yer alan çocuklar, “içerik üreticisi” kimliğiyle aslında görünmeyen dijital işçiler haline gelmiştir.

Ailelerin ekonomik çıkarları doğrultusunda çocukların reklam ve içerik üretiminde yer alması, fiziksel değil ama duygusal ve zihinsel istismar biçimini temsil eder.
İstismar yalnızca fiziksel ya da cinsel değildir. Bir çocuğu erken yaşta üretim çarklarının içine itmek, onun çocukluğunu elinden almaktır. Eğlenmesi, öğrenmesi, oyun oynaması gereken yaşta, çalışmaya zorlanan her çocuk; geleceğini değil, sadece hayatta kalma mücadelesini öğrenir. Bu da onu ömür boyu sürecek bir yoksunluğun içine hapseder.
Türkiye’de milyonlarca çocuk, tarlalarda, sanayide, inşaatlarda, sokakta ya da ekran önünde “çocuk işçi” olarak çalışıyor. Kimileri sigortasız, kimileri ağır koşullarda, kimileri de kameraların parıltısı altında. Ama ortak noktaları aynı: Çocukluk haklarından mahrum bırakılmak.
Aslında Politik Bir Tercih..
Bu tabloyu yalnızca “ekonomik zorunluluk” diye açıklamak en hafif tabiriyle akıl tutulmasıdır… Çocuğu çalışmaya iten koşulların kendisi zaten politik bir tercihin ürünüdür. Devleti yöneten sınıfın talebi hükümete getirdiği politik özne bunun dışında hareket etmeyecektir. Emeğin ucuzladığı, eğitim sisteminin ticarileştiği bir düzende çocuk işçiliği kaçınılmaz hale gelir. Yani mesele bireysel değil, toplumsaldır.
Eğitim ve öğretimin parçası olmayan MESEM(Mesleki Eğitim merkezleri) projesi çocukların üretim sürecinin ucuz iş gücü ihtiyacına denk düşmektedir. Bir gün okula dört gün iş yerine giden bu çocuklar, yetişkinlerle birlikte çalıştırılmaktadır. Bunun en net göstergesi İSİG meclisinin her ay açıkladığı iş cinayetleri raporunda çocuklar çalışırken iş cinayetlerinde yaşamlarını yitirmektedir. Şimdi zorunlu eğitimin hedef haline getirilip kısaltılma çalışmaları da yine çocuk işçiliğinin artmasına neden olacak bir uygulama olacak.
Uluslararası Çalışma Örgütü’ne göre, çocuk işçiliğinin en tehlikeli biçimlerinde çalışan milyonlarca çocuk var. Türkiye ise bu tabloda hâlâ karanlık bir noktada duruyor. Devletin görevi, çocukları üretim bantlarına değil, okullara göndermektir. Fakat bizde çocuk hâlâ en kolay “tasarruf kalemi. Çocukların mezar taşlarında “iş kazası” yazıyor ama gerçekte orada yazması gereken kelimeler var: Cinayet-İstismar.
Belirli günlerde yöneticilerin çocukların geleceğimiz olduğuna dair yapmış oldukları konuşmaların afaki olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü çocukların bugününü kurtaramaz isek yarınını da inşa edemeyiz.














