Eğitim ve öğretimdeki eksikliklerin tartışılmasını sadece öğretmenler üzerinden yürütmek, sorunu spesifikleştirerek sorunun çözümüne yönelik değilde, sadece eğitim emekçisi olan öğretmenleri hedef gösterdiğini söylemek gerekiyor. Üniversitelerin teorik ve pratik eğitimlerinin bilimsel yöntem ve metodlarla uygulanmasının beklenmesin de şaşırtıcı bir taraf yok. Ancak bunu sadece yüksek öğretimle sınırlı tutulmadan eğitimin bütün sürecinin bu şekilde yürütülmesi nitelikli eğitim ihtiyacını karşılayacaktır.
Türkiye’de öğretmen yetiştirme sistemi uzun süredir tartışma konusu. Bu tartışmaya Milli Eğitim Bakanı Tekin’de açıklamalarıyla dahil oldu. ”Kendisini ifade edemeyen öğretmenlere çocuklarımızı emanet edemeyeceğimizi söyleyerek.” Kendisine ÇEDES programıyla okullara din görevlilerinin atanmasını bu durumu nasıl yanıtlayacağını ve kendisini nasıl ifade edeceğini merak etme hakkına da sahip olduğumuzu düşünüyorum. Yine MESEM projesiyle çocukları küçük sanayi sitelerinde birer çalışan haline getirip ucuz iş gücüne dönüştürülmesi eğitimdeki sorunların daha derinlikli olduğunu da gözler önüne seriyor.
“Çok Öğretmen Yetiştirelim” Mantığı Niceliği İhmal Ediyor!
Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki Köy Enstitüleri’nde uygulamalı eğitim ön plandaydı; genç öğretmen adayları sadece pedagojik bilgiyle değil, yaşamın içinde pratikle de donanıyordu. Bugünse neredeyse her şehirde açılan eğitim fakülteleri, “çok öğretmen yetiştirelim” mantığıyla niceliği artırırken niteliği ihmal ediyor.
Eğitim fakültelerinden mezun olan gençlerin önemli bir kısmı, mezun olduklarında gerçek bir sınıfı yönetmeye hazır hissetmiyor. Çünkü fakültelerde verilen dersler hâlâ büyük ölçüde teorik; sınıf yönetimi, öğrenci psikolojisi, çağdaş öğretim teknikleri ve teknoloji kullanımı ya geri planda ya da göstermelik birkaç dersle sınırlı. Mezun olan öğretmen adayı, staj adı altında birkaç saatlik ders gözlemiyle yetinip meslek hayatına atılıyor.
Daha da çarpıcı olan, eğitim fakültelerinin toplumda gördüğü değerin hızla düşmesi. Üniversite sınavlarında eğitim fakülteleri artık “puanı düşük öğrencilerin tercih ettiği bölümler” olarak anılıyor. Oysa öğretmenlik mesleği, bir toplumun geleceğini şekillendiren en stratejik alanlardan biridir. Bu tablo, sadece fakültelerin yetersizliğinin değil, öğretmenlik mesleğinin toplumdaki statü kaybının da acı bir göstergesidir.
Süreç Köklü Bir Değişime İhtiyaç Duyuyor”
Elbette eğitim fakültelerinden çıkan herkes “vasıfsız” değildir. Özveriyle kendini geliştiren, çağdaş yöntemleri öğrenmeye çalışan, öğrencileri için mücadele eden çok sayıda genç öğretmen var. Ancak sistemin bütününe bakıldığında, öğretmen yetiştirme sürecinin köklü bir değişime ihtiyaç duyduğu inkâr edilemez. Daha çok uygulamalı eğitim, daha uzun süreli staj, eğitimin bütününde bir değişim, mesleğe uygunluk ölçütleri ve en önemlisi öğretmenliğin ekonomik-sosyal statüsünün yükseltilmesi şart.
Kısacası sorun, eğitim fakültelerinin başlığı süsleyen “vasıfsız öğretmenler” yetiştirmesi değil; onları vasıflı hale getirecek zeminin, hem üniversitelerde hem de toplumda giderek erozyona uğramasıdır. Eğer bu gidişat durdurulmazsa, yarının sınıflarında sadece ders anlatan değil, aynı zamanda geleceği şekillendiren öğretmenleri bulmak zorlaşacaktır. Bunun sorumlusu da bu durumdan şikayet eden yöneticiler olacaktır.