Sitemizin bahçesinde bir peyzaj mimarı ve bir ziraat mühendisi ile birlikte bir kaç saattir umutsuzca konuşuyoruz. Site bahçesinde yapılması düşündüğümüz bazı “değişik” işler var: Vişne ağacımızın aşılanması, adını kimsenin bilemediği fakat sonbaharda herkesin hayranlığını kazanan mor papatyaların bahçenin farklı köşelerine dikilmesi ve çiçeksiz bitkilerin dışarıdan satın alınmadan site içinde yetiştirilmesi gibi… Bu işlerin nasıl yapılacağı konusunda bu iki uzman arkadaşımızın fikri yok.. “Dışarıdan satın almadan bahçe bitkisi yetiştirmeyi pek bilmiyoruz” diyor içlerinden birisi.. Sonra akıllara eski bahçıvan geliyor.. Bütün bitkileri kendi yetiştiren, her bitkinin adını bilen, bahçenin uzak köşelerinde yetiştirdiği domatesleri herkese dağıtan ama işinin “uzmanı” olmadığı için işten çıkartılan bahçıvan. Bir telefonumuzla geliyor; ağaç aşılamaktan, hangi bitkinin ne zaman yetiştirileceğine kadar her sorumuzu yanıtlıyor sonra da geldiği gibi sessizce ve bahçeyi uzmanlara bırakarak gidiyor…
Siz de eskinin ustalarının, günümüzün uzmanlarından çok daha becerikli olduğunu fark ediyor musunuz?
Eskinin ilkokul terk bakkalı bütün hesapları kafasından yaparken, günümüzün yüksek okul mezunu kasiyerlerinin en basit işlemler için bile hesap makinasına ihtiyaç duyması; çıraklıktan yetişme elektrik ustası tek başına bütün evin elektrik işlerini yaparken, bir elektik teknisyeninin sadece kablo çekebilmesi; bir zamanların “Köy Enstitülüleri” birkaç mühendisin becerilerine sahipken, günümüz mühendislerinin sadece bir tek alanda uzmanlaşması hepsi benzer örnekler…
Hangi işi yaparsak yapalım, hepimiz giderek beceriksizleşiyoruz ve bunu fark edemiyoruz. Üstelik kendimizden önceki kuşaklardan daha akıllı, daha becerikli ve nitelikli olduğumuzu zannediyoruz. Oysa durum pek de öyle değil. Eğer teknoloji okur yazarlığını bir yana bırakırsak, her gelen yeni kuşak kendisinden bir önceki kuşağa göre pek çok açıdan daha becerisiz ve bilgisiz olarak yetişiyor. Peki bunun nedeni nedir?
Hata Eğitim Sisteminde mi?
Bu soru sorulduğunda pek çok kişiden aynı yanıtın geleceğini tahmin etmek zor değil. Aklımıza ilk gelen yanıt büyük olasılıkla gittikçe kötüleşen eğitim sistemimiz olacaktır.
Oysa, bizden önceki kuşakların ustalıkla yapabildiği pek çok işin bize artık imkansız görünmesi, en basit işler için bazı “uzmanlar”a ya da ChatGPT ’ye ihtiyaç duymamız, eğitim sistemimizin kötüleşmesi yüzünden DEĞİL.
Evet, okullar artık daha az bilgi öğretiyor. Beceri eğitimi söz konusu olduğunda ise durum çok daha kötü. Okullarımızda neredeyse hiç beceri öğretilmiyor. Ancak, eğitimi planlayanlar açısından bu bir eksiklik değil; tam tersine üzerinde dikkatlice düşünülmüş, hedeflenmiş bir planlamanın sonucudur. Bu yüzden de vasat eğitimler almış olanlardan, en iyi okullardan mezun olmuşlara kadar toplumun her kesimi -eski zamanlara ve eski eğitime oranla- derin bir bilgi ve beceri kaybı yaşıyor. Bazen de sadece kendi mesleğinin tek bir alanında uzmanlaşıp, meslek yelpazesindeki diğer alanları görmezden geliyor.
Neden Vasıfsızlaşma Hakkında Konuşmuyoruz?
O zaman hadi soralım. Neden bu bilgi ve beceri kaybı üzerine konuşmuyoruz? Neden yaşanan tüm gelişmelere, bilgiye erişimin kolaylaşmasına ve eğitim olanaklarının genişlemesine rağmen bildiklerimizin giderek azalmasını, becerilerimizin yok olmasını, deneyim ve sezginin artık önemli olmayışını sorgulamıyoruz? Nasıl oluyor da beceri kaybınını günlük hayatın sıradan bir parçası olmasına şaşırmıyoruz? Nedeni bu niteliksizleşmenin artık fark edilmeyecek kadar normalleşmiş olması mı? Değer verilen, önemli sayılan becerilerin değişmiş olması mı? Yoksa beceri yoksunluğunun bize okullar tarafından normal bir olgu olarak empoze edilmesi ve yaşananın farkında olmamamız mı?
Harry Braverman, bireylerin giderek daha az beceriye sahip olmaya başlamasını “vasıfsızlaştırma” olarak adlandırıyor ve bu sürecin kapitalist ekonomilerin planlı bir uygulamasının sonucu olduğunu anlatıyor. Braverman’a göre, bu süreç “sanayileşmiş toplumlarda, emek üzerindeki kontrolün arttırılması ve böylece geleneksel işlerin giderek daha fazla parçalanması nedeniyle, vasıflı işçilerin, “yeni beceriler” kazanmak bir yana, mevcut becerilerini bile yitirmesi” olarak yaşanıyor.
Zanaatkarlık ve Ustalık Gözden Düşerken…
Vasıfsızlaştırmayı Marks’ın emek teorisine paralel şekilde ortaya koyan Braverman’a göre “kapitalist yapı, iş süreçlerinin üzerindeki kontrolünü arttırabilmek için geleneksel işleri giderek daha fazla parçalıyor; böylece çalışanın işin bütününe değil kendi küçük alanına odaklanmasına neden oluyor.” Giderek daha küçük iş ve sorumlulukları üstlenmek ise nitelikli işçilerin bile sahip oldukları becerileri unutmasına neden olurken bu parçalanma süreci, “kapitalist toplumlardaki tüm çalışma biçimlerinde yürürlükte olan temel bir eğilim” haline geliyor.
Böylece zanaatkarlık ya da ustalık kavramı da gözden düşüyor. İşi yapanın deneyimleri, kendi mesleki alanına yönelik –çoğu zaman politik olarak nitelendirilebilecek- görüşleri değer görmüyor. Böylece emek verenin yerinin kolayca dolacağı, liyakatın gözden düşürüldüğü ve tüm çalışanların aynı vasıfsızlık potasında eritildiği bir sistem tasarlanıyor.
Peki Okullar Bu ‘Tedrisata’ Nasıl Ayak Uyduruyorlar?
Okullar ve eğitimciler ise vasıfsızlaştırma sürecinin en güçlü uygulayıcısı oldukları halde, çoğu zaman bunun farkında bile olmuyorlar. Öğretmenler benimsedikleri uygulamaların, müfredat modelinin ya da eğitim pratiklerinin çocuklar üzerinde nasıl bir sonuç yaratacağını sorgulamadan bu beklentilere uygun davranıyorlar. Bunu en çok da içinde bulundukları ekonomik modellerin bir uzantısı olarak, iş piyasalarının beklentilerine uygun mezunlar “üretirken” benimsiyorlar.
Çünkü liberal ekonomiler, bilgili, nitelikli bir insan gücünü değil, mesleki sınırlarının dışına çıkmayan, kendi alanını bilen ama büyük resmi merak etmeyen bu yüzden de kolay yönlendirebilen yeni bir “eğitimli insan” türünü giderek daha fazla tercih ederken, eğitim kurumlarından da bu hedeflere uygun insanlar yetiştirmelerini bekliyor hatta buna uygun sistemler yaratıyorlar.
Bu yüzden de günümüzde pek çok öğretmen –bile-, bir okulunun temel görevinin “toplum için nitelikli insan yetiştirmek değil”, öğrencileri iş bulabilmelerini kolaylaştıracak becerilerle donatmak olduğunu düşünüyor. “En iyi okul, mezunlarının en kolay iş bulduğu okuldur” ya da “en iyi lise mezunlarını yüksek puanlı üniversitelere gönderen lisedir” algısı giderek hepimizin akıllarına kazınıyor. Bu “büyük hedef” derslerdeki örneklerden, basit öğretmen öğrenci konuşmalarına kadar okul hayatının her anına sızarken en çok da ulusal sınavlarla kendini gösteriyor. Düşünen değil ezberleyen, soru soran değil bilgiyi sorgulamadan kabul eden, eleştiren değil susan, farklı çözüm yolları üzerine düşünen değil var olan çözümü kabul eden öğrenciler “doğru” sayılıyor. Tıpkı aileler gibi eğitimciler de bilgi ya da becerilere değil, puanlara, sınav sıralamalarına, anlık başarılara odaklanıyor ve eğitimin asıl yapması gereken görevi gözden kaçırıyorlar. Bu öğrenme tavrı, sadece kendi dar alanını bilen ve gerekenden fazlasını merak etmeyen yetişkin insanın ilk modeli oluyor.
Toplumun Güç Paradigmalarını Öğretmek
Ekonominin beklentilerine göre kendilerini dönüştüren okullar böylece , doğası gereği çocukları güçlendiren değil, sorgulayan, eksik bulan ve öğrencilerini güçsüzleştiren; toplumda geçerli güç paradigmalarını öğreten ve benimseten işlevi, okulun en temel görevi haline geliyor. Güç ilişkileri ve güç karşısında nasıl davranılması gerektiği daha okul sıralarında öğretiliyor. Öğrenciye ancak kendisinden beklenen şekilde davranırsa, kurallara uyarsa, uyumlu ve fazla sorgulamayan biri olursa takdir göreceğini anlatıyor.
Öğretmenler Muaf mı?
Peki öğretmenler, bu bilgilendirme ve beceri kazandırma yerine güçsüzleştirme uygulamalarını yaparken kendi güçlerini ve otoritelerini koruyabiliyorlar mı? Bu dosyanın bir sonraki yazısında vasıfsızlaştırmanın eğitimcileri nasıl etkilediğinden söz edeceğiz.