Edebiyat ve müfredat üzerine hiç düşündünüz mü? Geçtiğimiz yıllarda New York Times’in Amerikalı edebiyatçılara sorduğu “Eğer okul müfredatına bir kitap ekleme şansınız olsaydı bu hangi kitap olurdu? ” sorusu bizim çok ilgimizi çekti. Bu nedenle aynı soruyu çevremizde ulaşabildiğimiz yu edebiyatçı ve eğitimcilerimize sormak istedik ve ‘Müfredata bir kitap ekleme şansınız olsa hangi kitabı önerirsiniz?’ diyerek yönelttik.
Burcu Ünsal
Editör
Frank Tashlin’in yazıp resimlediği Ayı Olmayan Ayı, “Okul müfredatına hangi kitabı eklerdiniz?” sorusunu duyunca aklıma ilk gelen kitap oldu.
1946’da yayımlanan bu kitap, kış uykusundan uyanıp kendini bir fabrikada bulan bir ayıyı konu ediniyor. O kış uykusundayken ormandaki ağaçlar kesilip, tam da mağarasının üzerine kocaman bir fabrika inşa edilmiştir. Ayı şaşkınlıkla fabrikada gezinirken bir ustabaşı karşısına çıkar ve işinin başına dönmesini emreder. Tekrar tekrar insan olmadığını söylese de kimseyi ikna edemez ayı; her seferinde aynı yanıtı alır: “Sen ayı değilsin. Tıraş olması gereken, kürk palto giymiş budala adamın tekisin.”
Tashlin bu öyküde az sözle ve detaylı çizimleriyle hiciv sanatını ustaca kullanıyor. Sanayileşme, hiyerarşi ve yaşam hakkı gibi birçok konuya değiniyor. Bu kitap benim, büyük küçük her yaştan okura tavsiye ettiğim, düşündürücü, komik, eşi benzeri olmayan bir klasik.
Burcu Yalçınkaya
Çevirmen
Kitap okumanın keyfine ve büyüsüne küçük yaşlarda kapılıp hala bunu kitap çevirileriyle sürdürmeye çalışan biri olarak lisede bütün öğrencilerin şiirle tanışmış olmasını isterdim. Ben şiiri geç keşfettiğimi düşünüyorum ya da belki de tam doğru vaktiydi: lisede ergenlik yılları. Benim başlangıç noktam oldukları için Orhan Veli ve Atilla İlhan şiirlerini gençlerin lisede okumasını isterdim. Şiirin hep birikimle okunabileceğini düşünmüşümdür. Bir şiirin tam da size seslendiğini hissettiğiniz an sanırım edebiyatın çekiciliğine kopmaksızın bağlandığınız andır.
Hasan Erkek
Şair, Oyun Yazarı, Drama Sanatı Uzmanı
Mutlu olmayı bize kim öğretiyor?.. Evde uslu çocuk olmayı öğreniyoruz. Okulda başarılı öğrenci olmamızı bekliyorlar bizden. Hayat Bilgisi dersleri bile bu yönde harcanıyor. Işyerinde disiplinli ve verimli olmayı temel ilke olarak öğreniyoruz. Mutlu olup olmamamız kimsenin umrunda değil. Eşimize dostumuza karşı da daha çok sorumlu olmayı öğreniyoruz. Mutluluktan çok bir görev duygusu tatmini.
Sanat yapıtları çoğunlukla nasıl mutsuz olduğumuz üzerine kurulu. Öncesi ve sonrası yok. Başkalarının dertleri daha mı çok ilgimizi çekiyor?.. Neden mutsuz olduklarıyla ilgileniyoruz da, mutlu olmalarıyla ilgilenmiyoruz hiç? Dolayısıyla sanat yapıtları, bize duyarlık kazandırdıkları halde, mutlu olmayı kazandırmıyorlar. Hep birlikte sanattan pay alıp hep birlikte duyarlı olabilsek mutluluğa da bir katkısı olacak kuşkusuz. Ama öyle olmayınca, duyarlı olmak bazen mutsuzluk da getirebiliyor.
Filozoflarsa, başka keşiflerin peşinden koşarken arada bir mutluluğa değiniyorlar. Bu konuda derli toplu, makale ve kitap yazanların sayısı çok az. Arthur Schopenhauer’ın “Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar” adlı kitabı işte bu konuya ayrılmış büyük oranda. Liselerde ders kitabı olarak okutulabilecek bir kitap. Liselerde, Mutluluk adında bir ders konmalı. Bu kitap da okutulacak birkaç kitaptan biri olmalı.
Hasan Akarsu
Eğitimci, Edebiyatçı
Soruyu okuyunca aklıma ilk gelen Sabahattin Ali‘nin Sırça Köşk adlı öyküsü oldu. Aslında bir Sırça Köşk bir kitabın ismidir ama ben içlerinde en çok kitaba adını vereni severim. Sınıflarımda da sıklıkla okuttuğum bir öyküdür. Herkesin durmaksızın çalıştığı, emek verdiği ama haksızlığın, zorbalığın olmadığı, herkesin eşit olduğu bir kasabaya boş gezen üç kafadar gelmesiyle başlar öykü. Bu ‘misafirler’ uzun zaman geçmeden kasaba halkını bir Sırça Köşke yapmaya ikna ederler. Halk elindekini avucundakini Sırça Köşk için harcar. İnşaat biter ama ihtiyaçlar bitmez. Üç kafadar emekleriyle geçinen kasabalıların elindeki her şeyi alır sonra da halkın onlara verdiği koyunların kellelerini, gözlerini ve dillerini kesip halka geri verirler. Buna öfkelenen biri ‘neyleyim böyle kelleyi?’diyerek elindekini fırlatınca Sırça Köşkte bir gedik oluşur. Ardından herkes kelleleri Sırça Köşk’e fırlatmaya başlar.
Remzi Karabulut
Bence lise müfredatına Hakkari’de Bir Mevsim (Ferit Edgü) eklenebilir. Çağdaş, minimalist, orijinal, sade, anlaşılabilir, büyük anlamlara ve öykülere yol açan, yazma dürtüsü veren, insana olan bakış açısını genişleten, yereli evrensel bir kalemle işleyen bir yapıt olduğu için gençlere ulaşmasının önemli olduğunu düşünüyorum.
Yalçın Ceylani
Eğitimci
Lise öğrencilerine Erendiz Atasü’nün Dağın Öteki Yüzü adlı kitabını önerirdim. Bence Dağın Öteki Yüzü hak ettiği ilgiyi bulamamış bir kitaptır. Öğrencilere önerme nedenim Atasü’nün bu kitapta Cumhuriyetin ilk günlerinin ve ardından gelen dönüşümün duyarlı ve sade bir dille anlatmasıdır.
Dağın Öteki Yüzü iyi bir edebiyat eseri olmanın yanı sıra yakın geçmişin duygusunu anlamak için doğru bir kaynaktır. Biz öğrencilerimize Cumhuriyeti -tarih kitaplarının dışına çıkıp- insan hikayeleriyle anlatmayı hiç denemedik. Bu nedenle gençlerin dönemin duygusunu kaçırdıklarına inanıyorum. Atasü aynı zamanda bu kitapta kadınlık konusunda da önemli şeyler söyler; bu yönüyle de Erendüz Atasü gençlerin tanıması gereken bir yazardır.
Bu makale ilginizi çektiyse “New York Times Soruyor: Müfredata Bir Kitap Ekleseydiniz Hangi Kitabı Önerirdiniz?” adlı yazımıza da göz atabilirsiniz.